28 Temmuz 2009 Salı

KURTLAR VADİSİ IRAK İZLE




Bilindiği gibi, KURTLAR VADİSİ-IRAK hakkında ilk haberin çıktığı günden itibaren, sözkonusu film hakkında yoğun tartışmalar yaşanmaya başladı.
Bir kesim; "Bu film, ABD'nin Türkiye'ye karşı yürütmekte olduğu psikolojik harekâtın yeni bir veçhesinden başka bir şey değildir. Amaç, ÇUVALIN ÖCÜ â€“sanal yoldan da olsa- alınmış gibi gösterilerek, Türklerde ABD'ye karşı oluşan ve giderek artma temayülü gösteren ABD karşıtlığını yumuşatmaktır."



Korusun ve Yüceltsin derken, bir başka kesim –ilk başlarda, cılız bir sesle de olsa- meâlen;

"Hele durun bakalım, dereyi görmeden paçayı sıvamayalım. Filmi seyretmeden "ne olup ne olmadığı" hakkında karar vermeyelim. Üstelik, başta ABD ve İsrail olmak üzere, pek çok BATILI ülke, millî tezleri konusunda –umumiyetle örtülü ödenekten finanse edilen- filmler ile kamuoyu oluşturma yoluna gitmiyor mu?

Vietnam'da kaybeden ABD, bu yenilginin ABD halkının ruhunda yarattığı sarsıntıyı ve özgüven kaybını ROCKY ve RAMBO filmleri ile gidermeye çalışmadı mı?

ABD, pek çoğu örtülü ödenekten desteklenen "II. Dünya Savaşı" na dair filmlerle, dünyada "karşıkonulamaz bir ABD" imajı yaratma konusunda başarı sağlamadı mı?

Yine ABD, pek çoğunun senaryosunun CİA tarafından yazdırıldığı ya da en azından CIA'nın onayından geçirildiği iddia edilen "kovboy" filmleri sayesinde, anavatanlarında yok edilen KIZILDERİLİ Halkının, bütün dünyada "kafa derisi yüzen vahşiler" olarak tanınmasını sağlamadı mı?

Günümüzde; bütün aşırılıklarına, bütün hoyratlıklarına rağmen, bizzat ABD'nin tacizlerine maruz kalan ülkelerde bile –meselâ Türkiye'de- azımsanmayacak bir halk kesiminde ABD hayranlığı oluşmasında, Hollywood yapımı filmlerin katkısı yok mu?

Bugün, gerçekten yapılıp yapılmadığı tartışma konusu olmasına rağmen, II. Dünya Savaşı biter bitmez "Yahudi Soykırımı"na ilişkin çok sayıda film çevrildi. Öyle ki, hiç kimse, artık "böyle bir soykırım gerçekten oldu mu acaba" diye düşünmeye bile cesaret edemez duruma geldi. Keza, İsrail, kuruluşundan itibaren, Filistinlilere ve Yakındoğu'daki ( Ortadoğu değil, dikkatinizi çekerim! ) diğer İslâm ülkelerine karşı milletlerarası hukukun hiçbir kuralını kaâle almadan –rahatça- mütecaviz hareketlerde bulunuyor. İsrail'in bu hodbinliğinde, BATI için taşıdığı stratejik önem kadar, bahiskonusu filmlerin BATI kamuoyunda yarattığı acıma hissi ve sempatinin katkısı yok mu?

Ve, nihayet, XX. Yüzyılın başında milletimize karşı acımasız bir kıtal yapmış olan Ermeniler, tamamen haksız oldukları bu konuda haklılıklarını ispat edebilmek için sinema sanatından istifade etmiyorlar mı?

Aynı şekilde, XIX. Yüzyılın başlarından itibaren, Rumlar; Rusya ve Batılı güçlerin kışkırtmaları ile Mora'da, Girit'te, Ege ve Karadeniz Bölgelerimizde masum Müslüman halka karşı acımasız tedhiş eylemleri gerçekleştirmelerine ve bu durum tarihen sabit olmasına rağmen, tamamen yalan ve iftiralardan oluşan tezleri konusunda –Geceyarısı Ekspresi gibi- filmlerle kamuoyu oluşturmaya çalışmadılar mı?

Bu soruların hepsine de verilebilecek tek cevap "EVET" tir. O hâlde, biz niçin aynı yöntemi denemeyelim?"

Diyerek, sözkonusu filmin yararlı olacağını savundular.

Toplum Mühendisliği olarak da adlandırılan "kamuoyu oluşturma yöntemleri" nin, günümüzde, milletlerarası siyasetin tatbikinde ne kadar ehemmiyet arzettiği, hepimizin malûmudur.

Ben ve eşim –pek çok bilinçli ebeveyn gibi- çocuklarımızın millî şuurla yetişmesi konusunda büyük çaba gösteriyoruz. Öyle ki, hangi televizyon proğramlarının seyredilmesi gerektiği konusunda dahi –onların da mutabakatını almak kaydı ile- seçici olmaya son derece itina gösteriyoruz ( Çocuk sahibi olan arkadaşlar, çocukları; istedikleri proğramları –üstelik de onları ikna etmek sureti ile- seyretmekten men etmenin ne kadar müşkül ve hassas bir konu olduğunu gayet iyi bilirler. ).

Çocuklarımızın eğitimi konusunda gösterdiğimiz bütün bu hassasiyete karşılık, henüz dört yaşında olan küçük kızım, benden oyuncak isteyeceği zaman, nasıl istiyor biliyormusunuz? "Baba, bana BARBİLİ ...... al" diyor.

"Küreselleşmenin tabiî sonucu" diye takdim edilen bu fiîlî durum, aslında, başta ABD olmak üzere, küresel güçlerin kamuoyu oluşturma konusundaki güçlerini göstermektedir. Bu güç, büyük ölçüde "iletişim vasıtaları" ve "sahne sanatları" sayesinde kazanılmaktadır.

Bütün bu hakikatlerin farkında olmama rağmen, ben, KURTLAR VADİSİ-IRAK filminin "ülkemize karşı girişilen psikolojik harekâtın bir parçası" olduğu inancındaydım. Bu yüzden de "seyredilmemesi gerektiğini" düşünüyordum. Bu amaçla, bahsekonu filmle ilgili haberlerin basında yayınlanmaya başlamasından itibaren, internet, telefon vs. gibi sahip olduğum bütün iletişim vasıtalarını kullanmak sureti ile, tanıdığım insanları "sözkonusu filmi seyretmemeleri" konusunda ikna etmeye çabaladım.

Fakat, ne garip tecellidir ki, anılan filmi, daha ikinci gün seyretmek durumunda kaldım. Bu yazı, sözkonusu film hakkındaki düşüncelerimi ifâde etme amacının yanı sıra, esasında bir İTİRAF niteliği de taşımaktadır. Zira, seyretmemeleri için iknâ etmeye çabaladığım insanlar "filmi seyrettiğimi" benden öğrenirlerse, bu daha dürüstçe bir davranış olur, diye düşünüyorum.

Evet, filmi daha ikinci gün seyrettim, çünkü –bir KURTLAR VADİSİ tiryakisi olan- ve filmle ilgili ilk haberin yayınlandığı günden itibaren "bu filmi seyretmek istediğini" bana adeta ihtar (!) eden kızım Aybüke, emrivaki yaptı.

Bu sebep bazılarına yeterince inandırıcı gelmeyebilir, ama ben bu konu üzerinde fazla durmak istemiyorum.

Filme gelince....
Malûm olduğu üzere, anılan filme seyircilerin büyük bir rağbeti vardı ve ekseriyeti 15–25 yaş arası gençlerden oluşuyordu.

Ancak, ilk dikkatimi çeken şey, seyircilerin tavır ve davranışları oldu; çoğunluğu "delikanlı" erkeklerden ve kızlardan oluşan seyirciler, İNTİKAM temasının işlendiği ve oldukça da hareketli sahneleri olan filmi, sonuna kadar "çekirdek çitleterek" uslu uslu seyrettiler! Onların yaşında iken, pek çok yaşıtı ile beraber "dünyaya meydan okumuş" bir ağabeyleri/amcaları olarak, bu durumu son derece yadırgadım. Demek ki, asabiyemiz ziyadesi ile törpülenmiş!

Filmi, başından sonuna kadar büyük bir dikkatle ve derin bir şüphe(!) ile seyrettim.

Adeta, aylardan beri hararetle savunduğum tezleri ispatlayacak deliller bulmaya çalıştım. Hatta, bu yüzden, filmi ağız tadı ile seyredemediğimi söyleyebilirim.

Filmde verilmek istenen mesajları –kanâatimce- şu şekilde sıralamak mümkündür;

ABD, Irak'ı "demokrasi" ve "hürriyet" götürme iddiası ile işgâl etmekle birlikte, asıl amacı, IRAK petrollerini ele geçirmektir.

ABD'nin Irak'taki en sadık müttefikleri, Kürtlerdir.

ABD, Kürtleri kayırmakta, buna karşılık Türkmenlere ve Araplara zulüm uygulamaktadır.

Ancak, ABD'nin zulmünden, O'nun kirli emellerine alet olmayan Kürtler de nasibini almaktadırlar.

Irak'ta yaşayan insanlar, kökenleri ne olursa olsun, bilhassa kültür yönünden, bizim insanımızdan farklı değildirler.

ABD, aynı inancı paylaşan ve daha önce aralarında herhangi bir husumet bulunmayan bu insanları, sırf kendi çıkarları için birbirine düşman etmeye çalışmaktadır.

İşgâlciler, insan haklarını her halükârda ihlâl etmektedirler. Tutuklulara fena muamelede bulunulmaktadır.

Yine, yakalan şüphelilere "hukûk dışı" muamelelerde bulunulmakta, bunun yanı sıra, sözkonusu kişilerden –işgâl kuvvetlerinin resmî görevlileri tarafından- organ ticareti için yararlanılmaktadır.

Halkın can, mal ve namus güvenliği bulunmamaktadır.

Her türlü güvenceden yoksun olan halk, bölgede teşkilâtlı tarikatlardan himaye görmektedir. Şeyh Efendi'nin himmeti sayesinde "açlar doyurulmakta", "çıplaklar giydirilmekte", "açıkta kalanlara barınma imkânı sağlanmakta", adeta dergâhlar "içtîmâî yardım kuruluşu" gibi bir vazife ifâ etmektedirler.

Filmin en kritik anlarından birisi, sonlara doğru MEMATİ ile ABDÜLHEY arasında geçen konuşma idi; MEMATİ' nin "bütün musibetler Kürtlerin başının altından çıkıyor" anlamındaki öfkeli sözlerine karşılık, ABDÜLHEY "abi, ben de Kürdüm" diyerek cevap verdi. Bunun üzerine MEMATİ "sen başkasın" diyerek O'nun gönlünü almaya çalıştı. İYİ KÜRT-KÖTÜ KÜRT ayrımı ve bu ayrımın her zaman âdilâne yapılamasından kaynaklanan genellemeler yüzünden yaşanması muhtemel gerilimler ve sorunlar, önümüzdeki süreçte, ülkemizin yaşayacağı en önemli meselelerden birisini teşkil edecek gibi görünüyor.

Filmin can alıcı noktalarından birisi de –ki, hem gündemdeki olaylarla örtüşmesi, hem de filme yönelik eleştirilerin sebepleri arasında önemli bir yer tutması bakımından- Kadirî Şeyhinin "canlı bomba" olmak isteyen evlatlığını "bu işten vazgeçirmek" amacı ile yaptığı nasihatlerdir.

Şeyh Efendi, işgâlcilere karşı mücadeleyi meşru buluyor, ancak, masum insanların da hayatını kaybetmesine sebebiyet verdiği için "canlı bomba" olanları tasvip etmiyordu.

Aynı şekilde, direnişçi oldukları anlaşılan bir gurubun "yabancı bir gazetecinin" başını kesmelerine de, benzer gerekçelerle mâni oluyordu.

Fakat, son birkaç gündür film hakkında yapılan yorumları incelediğimde, bazı yorumcuların, Şeyhin sözkonusu nasihat ve davranışlarından yola çıkarak, "filmin, ABD'nin "ılımlı İslâm" amacına hizmet ettiği" şeklinde değerlendirmelerde bulunduklarını gördüm.

Ben, farklı düşünüyorum..

Bilindiği üzere, 1989 yılında demirperdenin yıkılmasından sonra, ABD-İngiltere ikilisi, BATI Dünyası'nın yeni düşmanı olarak "İslâm Dünyası"nı tayin etmiştir! Bu "tayin" ifâdesini kinaye olarak kullanmıyorum. Evet, "çatışma olmadan gelişme olmaz" felsefesine inan BATI, çatışacağı yeni düşman olarak İslâm'ı "tayin" etmiştir. Bu, doğal bir çatışma ihtiyacından ya da ihtimâlînden kaynaklanmamaktadır.

Tersine, 1990'lı yılların başında TEATCHER ve REAGEN' nın açıkça belirttiği gibi, BATI' nın, yıkılan demirperdenin yerine hemen yeni bir düşman konuşlandırması gerekiyordu. "İslâm Dünyası" ve "KONFÜÇYÜSYEN ÜLKELER" düşman olarak seçildi. Bay HUNTINGTON' da "medeniyetler çatışması" tezi ile, bu yenidünya düzeninin, daha doğrusu yeni çatışma ve savaşların nazariyesini yapmaya, "ilmî gerekçelerini" oluşturmaya soyundu.

Ancak, İslâm'ın bir düşman olarak tescillenebilmesi için sağlam gerekçelere ihtiyaç vardı ve bu yüzden yaklaşık onbeş yıldır "İslâm=tedhiş", "Müslüman=tedhişçi" temaları işlenmektedir.

"İslâm=tedhiş" tezinin güçlenmesine ve taraftar bulmasına en fazla katkı sağlayanlar ise, özellikle İsrailli sivillere karşı bombalı eylemler düzenleyen Filistinli "intihar komandoları" dır.

Sözkonusu eylemcilerin eylemlerini haklı bulanlar, mazeret olarak şu görüşleri ileri sürmektedirler;

"İsrail, Filistin'de işgâlcidir.

İsrail, hiçbir hukuk kuralını tanımamakta, sivillere karşı çoluk-çocuk-yaşlı demeden katliam yapmakta; insanların evlerini başlarına yıkmaktadır.

Bütün Filistinliler, esir kamplarını andıran yerlerde, fevkalâde gayri insanı şartlarda yaşamlarını sürdürmektedirler. Eğitim, sağlık, işsizlik güvencesi, konut vs. gibi temel ihtiyaçlarının hiçbirisini karşılama imkânı kendilerine verilmemektedir.

Üstelik, bütün bunlara rağmen, BATI dünyası İsrail'in işlediği cinayetlere sessiz kalmakta, hatta bazen dolaylı, bazen de aşikâr biçimde destek vermektedir.

Batı'lı ve İsrailli siviller de, İsrail Devletinin bu insanlık dışı uygulamalarına destek vermekte, katkı sağlamaktadırlar.

Keza, İsrail'de, sivil görünümlü kişilerin çoğu aslında devlet görevlisidir.

Kaldı ki, İsrail ile Filistinliler arasında öyle bir güç dengesizliği vardır ki, Filistinlilerin –vatanlarını kurtarmak için- canlı bomba olarak kendilerini fedâ etmekten başka bir çareleri yoktur.

Aynı mecburiyet, bugün Iraklılar için de geçerlidir.

Zavallı Iraklı direnişçilerin, ABD-İngiltere-İsrail üçlüsü ile –canlı bomba olarak kendilerini fedâ etmenin dışında- başka bir şekilde mücadele etmeleri mümkün değildir.

Öteyandan, Irak'ta görev yapan sivillerin önemli bir bölümü BATILI istihbarat servisleri hesabına çalışan sivil görünümlü askerî yetkililerdir. Dolayısı ile, Irak'taki sivillerden hangilerinin istihbaratçı, hangilerinin "gerçekten masum amaçlarla Irak'a gelmiş siviller" olduğunu ayırt etmek mümkün değildir. Hem, bu insanların hepsi de, Irak'a, orada yaşananları bilerek gelmektedirler. Bu yüzden, kendilerini ne tür tehlikelerin beklediğini önceden kabûl etmiş sayılırlar."

Bu görüşlerde haklılık payı bulunan hususlar olmakla birlikte, bizim dinimiz "masumların canına kıymayı" kesin olarak men etmiştir.

Ayet-î Kerime çok açıktır;
"Kim, bir cana kıymamış ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir canı öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibi olur." ( Mâide, 32)

İslâm Dini, savaşta dahi "kadınlara, çocuklara, yaşlılara, hastalara, aman dileyenlere" kılıç vurulmasını kesin olarak yasaklamıştır. Bu husus, hem ayetlerle, hem de Peygamber Efendimizin ( SAV ) hadisi şerifleri ile sabittir.

Bilhassa Türk tarihi, bu kaidenin uygulamasına ilişkin misâllerle doludur.

Şayet, biz bugün tarihimizle övünebiliyorsak, bunun en önemli sebeplerinden birisi, atalarımızın bu tür kaidelere riayet konusunda gösterdikleri hassasiyet sayesindedir.

Son zamanlarda sık sık önümüze konulan Ermeni Tehcirine ilişkin "kararnâme" dahi, bu yönü ile bir hukûk abidesidir.

Ermeni taifesinin devlete ihanet ettiği bilinmesine rağmen "kuru ile yaş" aynı kefeye konulmamış; tehcir esnasında, tam onbir cephede savaşmakta olan devletin içinde bulunduğu müşkîlât ortada iken, tehcire tâbî tutulanların her türlü ihtiyacı (sağlık, yeme-içme, barınma, vs.) karşılanmaya çalışılmıştır.

Bizim kurduğumuz devletleri "cihan devleti" yapan husus, işte bu anlayıştır.

Üstelik, bugün modern hukûkun temel karinelerinden birisi olan "berat-ı zimmet esastır" kaidesi de, İslâm'ın "suçluluğu ispat edilmedikçe, hiç kimseye karşı ceza uygulanmasına izin vermeyen" hukûk anlayışının bir tezahürüdür.

Dolayısıyla, hangi gerekçe ile olursa olsun, bir müslümanın masum insanlara karşı tedhiş faâliyetinde bulunması hoş görülemez.

Sözkonusu eylemlerin, "medeniyetler çatışması" tezinin gündeme getirilmesinden sonra artış göstermesi de, tesadüf eseri olmasa gerektir.

Sivillere yönelik canlı bomba eylemlerinin; "tedhişçi Müslüman" intibaını güçlendirmek ve bilhassa BATI insanının zihnine bu kavramı yerleştirmek sureti ile "medeniyetler çatışmasının" oluşumunu hızlandırmak, diğer taraftan –IRAK'ta olduğu gibi- Müslümanlara reva görülen insanlık dışı muamelelere haklılık kazandırabilmek amacıyla, bazı ülkelerin istihbarat teşkilâtlarınca özellikle teşvik edildiği yönünde ciddi iddialar ileri sürülmektedir.

Nitekim, ABD-İsrail-İngiltere gibi muazzam istihbarat ve güvenlik ağına sahip ülkelerin, USAME ve ZERKAVİ gibi –sözümona- İslâmî tedhişçilere(!) karşı çaresiz kaldıkları iddiası, pek inandırıcı gelmemektedir.

Bu tür kişilere atfedilen eylemlerin, bazı ülkelerin istihbarat teşkilâtlarınca plânlandığı ya da gerçekleştirildiği veya tedhişçiler tarafından gerçekleştirilmesine göz yumulduğu iddiası, konunun uzmanları tarafından sık sık gündeme getirilmektedir.

Bu itibarlâ, filmde; İslâm'ın ruhuna uygun olarak sözkonusu eylemlere karşı çıkılmasını, müstevlilere ve zalimlere meşru yollarla mücadele etmenin tavsiye edilmesini, isabetli buluyorum. Dolayısı ile de, filmin yapımcı ve senaristlerinin "ılımlı İslâm yaratma siyasetine alet olmakla" suçlanmalarını tasvip etmiyorum.

Peki, filmi seyrettikten sonra, önceki endişelerimden arındığımı; bu filmin çevrilmesinde ya da bu kadar yaygın bir tanıtımının yapılmasında ABD'nin herhangi bir dahli bulunmadığına kâni olduğumu, söyleyebilirmiyim?

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim; bu filmin çevrilmesinde ABD ya da başka bir yabancı mihrakın doğrudan bir dahli ve/veya yönlendirmesi veya açık bir desteği olduğu kanâatinde değilim.

Fakat, filmi seyrettikten sonra; ABD'nin ya da bazı yabancı mihrakların –filmin yapımcılarının belki haberi dâhi olmadan- filmin kitleler üzerinde yaratması muhtemel etkilerden kendi siyasetleri doğrultusunda yararlanmak istemiş olabileceklerini, düşünüyorum. Ki, bu durumda, filmin yapımcılarını böyle bir gelişmeden sorumlu tutmanın adilâne olmadığı inancındayım.

Beni bu şekilde düşünmeye sevkeden sebeplerden ikisini, kayda değer görüyorum;

Birincisi, büyük ölçüde SOROS' un denetimine girmiş bulunan TÜRK Basınında, günlerden beri, -kendi gözlerimle gördükten sonra, gönül rahatlığı ile bu ifâdeyi kullanabilirim- ABD düşmanlığını körükleyen bir filmin ısrarlı ve kararlı bir şekilde tanıtımı yapılmakta, adeta, bildik sebeplerden ötürü filmi seyretmeye niyeti olmayanlar bile, filmi seyretmeye teşvik edilmektedirler. Televizyonların en çok seyredilen saatleri olan haber bültenlerinde, dakikalarca –müspet bir şekilde- filmin tanıtımı yapılmaktadır.

Açık söyleyeyim; bu hayra alâmet değildir.

Benim, son zamanlarda geliştirdiğim bir miyârım var; şayet, bir husus SOROSÇU BASIN tarafından övülüyorsa, o takdirde, muhakkak surette TÜRK MİLLETİ' ne karşı kurulmuş bir tezgâh var, demektir.

Bilindiği üzere, küreselleşmenin en önemli güç merkezlerinden birisini oluşturan "küresel sermaye"nin tetikçisi ve/veya akıl hocası olan George SOROS, BUSH' un öncülüğündeki "yeni muhafazakâr"ların IRAK siyasetini eleştirmekte, hatta, deyim yerinde ise onlara ateş püskürmektedir.

SOROS, bu şiddetli karşı çıkışını iki sebebe dayandırmaktadır;

a. ABD'nin, bugün IRAK' ta uyguladığı gayrıinsânî işgâl harekâtı, hedef ülkelerde "küreselleşmeye karşı" kuvvetli bir direnç yaratmaktadır. Her ne kadar SOROS' un söylemeye dili varmıyorsa da, hadi biz söyleyelim, ABD' nin IRAK' taki uygulamaları "kazın uyanmasına" sebep olacak gibi görünmektedir. ABD' nin halihazırdaki siyasetine karşı SOROS "AÇIK TOPLUM FAÂLİYETLERİ" adını verdiği "HEDEF TOPLUMLARI İÇTEN ÇÖKERTME" yolunu tavsiye etmekte; hedef ülkenin yönetimi, şayet açık toplum(!) faâliyetlerine kısıtlama getirecek olursa, bu durumda da –küresel sermayenin denetimindeki ülkelerin oluşturacağı bir ittifak marifeti ile- hedef ülkeye karşı "milletlerarası nitelikli bir askerî harekât" önermektedir. Bu askerî harekât uygulamasının BUSH' un halihazırda uyguladığı işgâlden ne gibi farklılıklar arzedeceği şu anda bilinmemekle beraber, açık toplum faâliyetlerinden ne kastedildiğini anlamak için önümüzde yeterince numune bulunmaktadır; Türkiye, Ukrayna, Gürcistan, Kırgızistan, -henüz netice alınamasa da- Azerbaycan vs.

Dolayısı ile, SOROS' un, sözkonusu filmi, ABD' ye yönelik eleştirilerinin kanıtı olarak kullanmak istemiş olması muhtemeldir. Bu durumda, SOROS' un, film üzerindeki dolaylı etkisinden bahsedilebilir.

Özgürlükleri "SOROS' un iki dudağı arasından çıkacak sözlerle sınırlı" olan satılmış matbuatın filme göstermiş olduğu yoğun ilgi ve alâkanın en makûl açıklaması bu şekilde yapılabilir, diye düşünüyorum.

b. SOROS' un, BUSH' un siyasetine karşı çıkma sebeplerinden diğeri de, AVUPA' nın dışlanmasının yanlış olduğu, hususundadır. SOROS, bu konuda Bay HUNTINGTON ile birleşmektedir. O' na göre de, ABD ile AVRUPA birlikte hareket etmelidirler. Ancak, işin bu tarafı, konumuzla ilgili değildir.
Bende, ABD ya da yabancı bir mihrakın, filmin kitleler üzerinde yaratması muhtemel etkilerden yararlanmak istemiş olabileceği şeklinde bir endişenin zuhur etmesine vesile olan ikinci husus ise, şudur;

ABD'nin, bahsekonu filmin çekimi konusunda fevkalâde yardımsever(!) ve/veya müsamahalı bir tutum takındığı, herkesin malûmudur. Peki, doğrudan ABD düşmanlığını körükleme potansiyeline sahip olduğu açık-seçik ortada olan; çoğu, daha önce dünya basınına intikâl etmiş gayrıinsânî muameleleri yeniden ve bütün çıplaklığı ile seyircinin gözlerinin önüne seren bir filmi, ABD acaba niçin destekliyor ya da böyle bir filmin çevrilmesine karşı fevkalâde müsamahakâr davranıyor? Burada, büyük bir tezat sözkonusudur.

Bilindiği üzere, Sayın Başbakan'ın geçen yıl ABD'ye yapmış olduğu ziyarette, ABD tarafının, Sayın ERDOĞAN' dan; TÜRK Halkında giderek artma temayülü gösteren "ABD düşmanlığı"nın "sempatiye" dönüştürülmesi için özel istekte bulunduğu, basında sıkça yazıldı, çizildi. Yine, hükümet üyelerinin, bizzat ABD elçisi ile birlikte "ABD'yi sevdirme" faâliyetlerine iştirak ettiklerini, herkes hatırlayacaktır. Hâl böyle iken, aynı ABD'nin, IRAK işgâlini yerden yere vuran bir filmin çevrilmesinde ve yaygın bir şekilde tanıtımının yapılmasında "destekleyici" bir tavır takınmasını, acaba nasıl yorumlamak gerekir? Sayın Mahir KAYNAK, ABD' de "birkaç derin devlet" bulunduğunu iddia ediyor. Eğer böyle ise, hadiseyi açıklamak belki daha kolay olabilir. Meselâ şöyle diyebiliriz; ABD'de, muhalefette bulunan derin devletlerden birisi, iktidardakilere karşı elini güçlendirmek için böyle bir faâliyet içine girmiş olabilir!

Böyle bir açıklama, dünyanın patronluğuna soyunan bir gücü hafife almak olmaz mı? Şayet, gerçekten ABD' de böyle gayrıciddi hadiseler cereyan edebiliyorsa, o zaman biz yel değirmenleri ile mi savaşıyoruz yoksa?

Sanırım, yukarıdaki soruların cevabını verebilmek için, Ebu Garip Cezaevinde çekilen işkence fotoğraflarının kim tarafından tezgahlandığını ve basına sızdırıldığını bulmak gerekecektir.

Meselâ, şöyle bir akıl yürütme mantıklı olur mu sizce?

ABD'de "medeniyetler savaşı"na oynayan derin devlet "BATILILARI İSLÂM DÜNYASINA, İSLÂM DÜNYASINI İSE BATILILARA" düşman etmeyi amaçlayan eylemler plânlamakta ve uygulamaktadır!

Ne dersiniz, karikatür krizi ile KURTLAR VADİSİ-IRAK filminin aynı günlere denk gelmesi, böyle bir "komplo"nun eseri olabilir mi? Yoksa, fazla mı uçtuk?

Ancak, şunu söylemeden geçmeyi uygun bulmuyorum;

Buraya kadar mütalâa etmeye çalıştığımız hususların; "bir plânın adımlarını teşkil ettiğini" ya da "tesadüf olduğunu" düşünebilirsiniz. Fakat, artık, "hilâl" ile "sâlib"in yaman bir çatışma ortamına doğru sürüklendikleri, anlaşılmaktadır.

Dolayısı ile "medeniyetler arası ittifak" ya da "dinler arası diyalog" gibi safsatalarla, kandırmacalarla vakit kaybetmenin sırası değildir.

Plânı-proğramı bizim dışımızda yapılan ve adım adım uygulamaya konulan bu "medeniyetler çatışması" nı durdurmak –neyazık ki- bizim elimizde değildir. Sayın KAYNAK Hocamız "soğukkanlılığımızı muhafaza edelim, hiçbir şey yokmuş gibi davranalım" diyor. Amennâ ve saddaknâ. Hazırlık yapmak ve bu insanlık dışı savaşın müsebbibi olmamak için böyle bir yöntem takip edilebilir. Fakat, bu savaşı önleme gücümüzün bulunmadığı kanâatindeyim. İçimizdeki iyi niyet kuşları, belki gafletlerinden, belki delâletlerinden, belki de cehaletlerinden ötürü kabûl etmeye yanaşmasalar da, BATI -ayakta kalabilmek için- bu savaşı yapmaya mecburdur.

Çünkü, BATI MEDENİYETİ' nin önde gelen ülkelerinin halihazırdaki durumu şu merkezdedir;

Nüfus artış hızı durma noktasına gelmiştir.

Sosyal güvenlik sistemi, tehlike çanları çalmaktadır.

Kaynak yönünden tamamıyla dışa bağımlı durumdadırlar.

Üretilen ürünleri mutlak ihraç etmek zorundadırlar. İç Pazar, tamamen canlılığını yitirmiştir

Sosyal dinamizmin yitirilmesi, tabiatıyla, BATI medeniyetinin gelişim hızını da olumsuz yönde etkileyecektir.

Batı'da, aile ve ahlâk çökme emareleri göstermektedir. Ateistlerin ve hemcinsi ile evlenenlerin BATI toplumlarındaki oranı hızla yükselmektedir.

Bu tür sapıklıklar, Kur'an-ı Kerim'de, bir toplumun helâk oluş sebepleri arasında sayılmaktadır.

BATI' nın içine düştüğü buhranı hazırlayan daha pek çok sebep sıralamak mümkündür. Batı'nın düşünen beyinleri, bu çöküşü görmektedirler.

Ve, mukadder akıbetin önüne geçmek için "medeniyetlerini sorgulamak" yerine, dünyayı yeniden kan gölüne çevirecek bir yola doğru hızla sürüklenmektedirler.

Bu yüzden, tekrarlamakta yarar görüyorum; hilâl ile salibin savaşı "Batı, bugünkü zihniyetinden [HAÇLI ZİHNİYETİNDEN] sıyrılmadıkça" önlenebilecek gibi gözükmemektedir.

O halde, yapılacak en akıllıca şey, kendi medeniyetimizi yeniden keşfetmektir. Yani, kendimize dönmektir. Muhtemel bir cihanşumûl çatışmaya karşı hazırlıklı olmaktır. Unutmamak gerekir ki, barışı tesis etmenin en emin yolu, her daim harbe hazırlıklı olmaktır.

Sonuç itibariyle; sözkonusu filmin, insanlarımızın gerçekleri görmelerine ve atâletten kurtulmalarına yardımcı olmasını temenni ediyorum.

Henüz filmi seyretmemiş olanlara ise, derhâl gidip seyretmelerini tavsiye ediyorum.

ALLAH ( C.C ) Milletimizi ve Bütün İnananları "

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yorumunuz için teşekkürler

Untitled Document